Anam ve babam, bize gelir.
Koca kentteki kimsesizliğim son bulur.
Küçük kızım için konforlu bir cümbüş başlar.
Dili dönmeye başladığı günden bu yana babaannesine ‘ata’ diyen kızımın, dedesiyle arasında hep bir rekabet vardır. Dede torun, sürekli yarışır ve atışırlar.
Geçen kışlardan birinde küçük kızım, yine bir yemek sofrasında dedesiyle tartışırken bir hışımla ‘git köyüne’ dedi. O gün saatlerce güldük. Günlerce konuştuk, bugün bile aklımıza geldikçe güleriz.
Dedesine ‘git köyüne’ diyen kızım bugün, yollarını gözlüyor; gelmeme ihtimalleri bile onu hüzünlendiriyor. Gelmeyecek diye çok sevdiği atasıyla görüntülü konuşmaktan kaçınıyor.
***
Ben, hayatta zenginliği insanın sevdikleriyle bir arada yaşayabiliyor olmasında bulurum. Geleneksel geniş aile formunun kimliğimiz için en önemli kültür kodu olduğunu savunurum.
Bu çerçevede günümüz kentlerinde insanımızı, son derece fakir, yalnız ve çaresiz görüyorum. Ki bu, yalnızca ekonomik koşulları içeren bir yorum değil.
Büyükşehirlerin milyonlara erişen kalabalığı içinde yalnızca bireyler değil devraldıkları kültürel miras da yavanlaşır. Bu, gelişim sağlamayan bir değişimdir.
Esasen bu yazıda kültür ve kimlik alanından çok şehirlerdeki genel manzaraya değinmek istiyorum. Bu sebepten kızımın dedesine söylediği ‘git köyüne’ sözünü referans alıyorum.
İstanbul’da 16 milyon, Ankara’da 6 milyon, İzmir’de 5 milyon, Bursa’da 4 milyona yakın insan yaşıyor. Ve halen göçüyoruz ve yerleşik toplum karakterine erişemedik.
Ezbere dayalı yaklaşımlar göçün nedenselliğine esas ilkeyi ekonomik koşullar olarak dillendiriyor. Ama bu indirgeme, birçok farklı sebebi veya planı silikleştiriyor.
***
Siyaset kurumunun doğrudan ‘git köyüne’ diyemediği vatandaşa belki de doğa, afetleriyle diyor.
İşte daha geçen hafta bir yağmur sonrası İstanbul’da kopan tufanı ve 21’inci yüzyılda ülkenin en büyük metropolünde yaşanan can kayıplarını gördük.
Bahanemiz de hazır iklim değişiyor! Beyler, iklim değişiyor mu değişmiyor mu bilmem. Ama bugün kentlerde yaşayan insanımıza kırsala dönüş mesajları empoze ediliyor.
‘Trafik bezdirdi!’
‘Kentlerde kadın cinayetleri tırmandı!’
‘Deprem olacak, kaos çıkacak!’
‘Büyükşehirlerde yoksulluk arttı!’
‘Kiraları ödemek mümkün değil, ev sahibi olmak hayal dahi edilemez!’
Diziler ve filmlerde güzel köylüler, mandıralı feylesoflar, kırsalda yaşam harikalar…
100 yıllık plan tıkır tıkır işliyor!
Oysa dün tam tersi değil miydi?
Kırsalda kan davası vardı, şehre kaçtı!
Köyde ‘töre’ cinayetine kurban gidecekti, kente gitti.
Toprağında yoksuldu, şehre geldi zengin oldu.
Bir yerin dağı taşı terördü, büyükşehrin altın.
Radyolar, TV’ler ve beyaz perdeler kente göç çağrılarıyla doluydu. Şehirlere göç pompalanıyordu. Maho ağa köyü satmıyor muydu?
Peki, tüm bunlar nedendi? Düşünmeli… Alman’a kimin imzaladığı belli olmayan bir belgeyle gönderilen vatandaşımız, bu yönüyle kendi yurdunda da paryalığa mahkûm edilmedi mi?
Dün köyden kente göçün nedeni olan ve çözülmeyen kan davası, töre cinayetleri, terör, yoksulluk sorunları bugün kentlerde ve köye dönüşün bahanesi değil mi?
***
Söyleyin, bugün insanımız hangi köye dönecek?
Kendine ait toprağı olmayan bir köye mi?
Ekmeyi, dikmeyi, hayvan gütmeyi bilmediği haliyle mi?
Dün ingilizin, almanın, fransızın, italyanın fabrikalarında çalışsın diye toprağından koparılarak kente taşınan insanımız, bugün köyünde sizce kime çalışacak?
Eskiden size ait topraklar, yarın büyük şirketlerin plantasyonlarına dönüşür ve siz de orada ırgatlık yaparsanız şaşırmayın!
İnsanlığın karanlık tarihi Ortaçağ’ın Katoliklerinin ‘engizisyon’ mahkemelerini bilirsiniz.
Bugün 21’inci yüzyılda bizler de büyükşehirlerimizde -ses benzerliğini yöntem ve netice benzerliği ile bağdaştırarak bir uydurmacayla- ‘zengizisyon’ mahkemelerini insanlık tarihine kazandırdık.
Zengin meşrebini mezhepleştiren çarpık yargıyla kentleri yoksullardan temizlemek!
Nasıl?
Annemin kullanmayı sevdiği bir deyişle bitireyim: Lafın tamını deliye derler!
Saygıyla…