Kıymetli okur,

Her birimiz, kendi kazanımlarımızla öylesi meşgulüz ki toplumu anlamaya zamanımız yok. Zaten çaba isteyen ‘anlama’ eylemi, tüm katmanlarda gereksiz ve yorucu addediliyor.

Bir duruma, olaya ve kişiye dair yargılama ve yaftalama kolaycılığının genel tutum olduğu görülüyor. Haliyle elde edilen sonuç veya varsayım basitlikten öteye geçemiyor.

Sosyal tatminsizliğin ve aç gözlülüğün yaylım ateşi, her sahaya hızla yayılıyor. Bungunluk, gündelik bir tespihe dönüşüyor. Selamlaşmada, karşılaşmada, sohbette, muhabbette konu sıkıntılara çapalanıyor.

Yaşama amacını yadsımış bir yığının materyalist ezberi, genel kanaat çıpası olarak kutsanıyor. Bireyin, topluma karşı aidiyet ve sorumluluk hissi, her geçen gün örseleniyor.

Netice, aklıselimin dahi tahammül sınırlarını zorluyor.

***

Ekonomik akışta zamanın aleyhimize işlediği günler yaşanıyor. Küresel ölçekte bir ateş, kıvılcım bekliyor. Tablo ağırlaşıyor. Ve en kötüsü grafikteki bu düşüş, en çok da düşünme eğilimine zarar veriyor!

Bir yönüyle bu kaçış, okumaktan da kopuş anlamına geliyor. Böylesi bir yırtılma döneminde, her daim hayatta kalma çizgisine sıkışmış, fikir işçilerinin emeği de anlam yitimine uğruyor.

‘Ne desen boş!’, ‘Ne yazsan kifayetsiz!’ klişesi, her farklı ses kapısını mühürlüyor.

Fikir pencerelerine kara perdeler çekiyor. ‘Yapacak bir şey yok’ teslimiyeti, yapma cesaretini boğuyor.

Okumaya talebin azaldığı zamanlarda yazma çabası, hayatı ıskalama düzeyinde bir reddiye sayılıyor. Oysa yazma, bir varoluş sancısı…

Ancak bugün düşün dünyası öyle halde ki tüm melodi, şefini yitirmiş orkestranın kakofonisine benziyor. Çünkü topluma yabancı… Çünkü illiyet bağı çıkara dayalı… Aynı zamanda yağmacı ve kopyacı… 

Doğal sonuç olarak toplumda açlık, yalnızca mide ile sınırlanıyor. Bu noktada düşünce açlığını hissetmeyenler, midesindeki eksikliğin intikamını almaya yöneliyor.

Kimi kamu malına zarar vermekle, kimi kamunun huzurunu bozacak derecede keyfi davranmakla öç aldığını sanıyor.

Umursamaz ruhun isyanı, güdülemeye müsait ve sağlıksız sonuçlar doğurmaya gebe kalıyor.

***

Peki, bu sosyal sıkıntı şişkinliği nasıl söndürülür?

Elbette ki önce adaletle… Vergilemede, refahın paylaşımında, gelir dağılımında… Hukukta ve piyasada evrensel uyumla… Eğitimde fırsat eşitliğini tesisle… Sağlıkta ‘önce halk’ gözüyle… Özgün bir aydınlanma hareketiyle…

Ancak tüm bu başlıklarda sınırların kalktığı fark ediliyor. Yer küre, yeni bir ‘sancı çağına’ doğru yuvarlanıyor. Kendi çeperlerine sıkışmış bir adalet, kamusal alana bir kurtuluş rehberi sunamıyor.

Bu noktada bizim, her şeyin en iyisine layık milletimizi yüceltmekten başka çıkışımız olamaz. Huzuru, sağlığı, refahı ve aydınlığı hak eden büyük milletimizi, yeni dar boğazlara bekçi kılamayız.

Yükü hafifletmeli, halkımızı dirençli tutmalıyız ki varoluşunu yalnızca maddi temsiliyle değil düşünce zenginliğiyle de tanımlayıp ortaya koyabilsin. Yoksa rasyonaliteyi ekonomiyle sınırlamak sonuç vermeyecektir.

Saygılarımla…