Yanıyoruz... Hem de öyle bir acıyla yanıyoruz ki ne yapacağımızı bilemiyoruz!
İçimiz yanıyor, dışımız yanıyor.
Canlarımız, geleceğimiz yanıyor.
Havamız yanıyor.
Yeşilimiz, ormanlarımız, oksijenimiz yanıyor.
Üst üste gelen bunca yangınlar tesadüf mü?
Her yıl aynı korkuyu yaşar olduk.
“Ya gene yanarsak” diye ödümüz kopuyor.
Tedirginiz.
Her türlü hazırlığı yapsak da bir yerden tutuşuyor ormanlarımız.
Alev alev, hıçkıra hıçkıra, feryat ede ede yanıyor.
Korkuyorum bu taraflara sıçrayacak diye.
Elim yüreğimde ve “Aman ne olur, Uludağ’ıma doğru gelmesin alevler!” diyorum.
Dualar ediyorum Allah’a.
Yaz mevsimlerinde hiç bu kadar yanmamıştık.
Havalar sıcak, topraklar sıcak, ormanlar sıcak, denizler sıcak.
Yanıyoruz.
Siz hiç ormanlar yanarken yakınında bulundunuz mu alevlerin?
O ağaçlar yanarken çıkardıkları, insanın içini ürperten sesleri duydunuz mu?
Ağaçların da tıpkı insanlar gibi feryat ettiklerini, hıçkıra hıçkıra ağladıklarını, çatırtılar arasından kaçan hayvanların seslerini duydunuz mu?
İnsanın içi acıyor.
Adeta, insanlar yanıyormuş ta acıdan canhıraş feryat ediyorlarmış gibi sesler geliyor alevlerin arasından.
..Ve ister istemez siz de ağlıyorsunuz.
Kıbrıs’ta Beş Parmak Dağları ormanlarının yanışına tanık olmuştum 1996 sonbaharında.
Dayanılacak gibi değildi.
Bir ağaç kolay yetişmiyor.
Bir insan ömrüyle aynı zamanda büyüyor.
Yanan ormanların yerine ancak yüz yıl sonra ormanlaşma oluyor.
Yanıyoruz.
Yanan sadece ormanlar değil; hepimizin içi, varlığımız yanıyor.