Eğitim, sağlık ve hukuk! Bu üç başlıkta piyasalaşmanın her türlüsüne karşı olduğumu defalarca yazdım.

Evet, yürütme erki bu alanlardaki ‘laissez faire’ yayılmacılığına dur diyemedi.

Peki, bu durumdan bizim payımıza düşen neydi?

Tek başına siyasi bir tercih ve ön açma gibi görünse de bu üç alandaki piyasalaşmaya, ekonomi ve insana dair eğilimler de nedensellik sunuyor.

Bu noktada bireyin hedonist doyumsuzluğu ve sahip olma açgözlülüğünün toplumsal eşitliği dinamitleyen ana etkenlerden olduğunu yadsıyacak mıyız?

Refahı, toplumsal eşitliğin üstüne koyduğumuzu kabul etmeyecek miyiz?

Egemen materyalist akım etkisindeki sosyal hayatta gözlenen tatminsizlik ve yılgınlığın kaynağını, insani hevesler dışında nerede arayacağız?

Toplumsal edinimlerin yerini bireysel kazanımların aldığı bu vahşi yarışta kişiyi, cumhuriyetin eşit yurttaşlık ilkesine kim ikna edebilir?

Vatandaşlık bağı ve adalete inancı zayıflayan şahsı, kendi hukukunu tesisten nasıl alıkoyacağız?

Küresel ölçekte ‘hakikati ifade cesaretini’ boğan yüzyılımızın ağır sanal infaz ikliminde biz, nerede duracağız?

‘Hak’ı neredeyse arkeolojik sayılabilecek bir çabayla bulabildiğimiz bu günlerde kuvvetin çelik bileğini hangi güçle bükeceğiz?

Belki bu noktada geriye dönüş, toplumsal eşitlik adına yeni sayılandan daha ilerici bir adım olabilir. Kim bilir belki de çok daha geriye gidip ortaçağ hukukundan düelloları alıp yasalaştırmalıyız. Zira ‘tanrının hükmü’ addedilen düello sonucu, bugünkülerden daha tatmin edici olabilir.

Ya da İslam hukukundan ‘kısas’a ne dersiniz? Özlenen adaleti tesis edebilir mi? Hadd-i Sirkat’in çolakları nerede?

Kuruluş yıllarındaki yayınlarda ‘layıklık’ diye de geçen ‘laikliğin’ bugünkü temsilinin her platformda bir saplantıdan ibaret olduğu yersiz bir iddia mıdır?

Din ve devlet ilişkisi gibi piyasa ve devlet ilişkisini de düzenlemeye ihtiyaç olduğu gerçeği ortada iken acaba buna hukuktan başlamak mümkün mü?

***

Dün adli yıl açılışı gerçekleşti. Cübbeliler için mesai başladı. Bu adalet mesaisi mi yoksa ticaret mi? Diye bir soru var her masada yanıt aranan.

Elbette ki biz, ‘sorumlu vatandaş’ olarak her ne koşulda yüce Türk adaletine inanıyor ve güveniyoruz. Ama kişilerin heveslerine güvenme mecburiyetinde miyiz?

Mesela bir soru da şu, avukatlara ne kadar güvenebiliriz?

Bursa Barosu Başkanı Metin Öztosun, dünkü adli yıl açılışı dolayısıyla bir mesaj yayınladı.

Başkan Öztosun, “Hukukun üstünlüğünün tesis edildiği, başta adil yargılanma hakkı olmak üzere hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı bir hukuk düzeni için savunma hakkına ve avukatlık mesleğine saygının gereklerinin yerine getirildiği bir adli yıl diliyor, Bursa Barosu olarak haksızlığa boyun eğmeden, susmadan, cübbelerimizi kimsenin önünde iliklemeden, umutla, inançla Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi ‘hak kuvvetten üstündür’ demeye devam ederek, demokratik laik sosyal hukuk devletimiz ve haklarımız için mücadelemize devam edeceğimizi tekrar ilan ediyor, yeni adli yılın ülkemize huzur, adalet, refah ve toplumsal barışı getirmesini diliyorum” dedi.

Ne güzel dilek, duruş ve ödev içeren bir mesaj değil mi?

Öztosun’un iyi kalpliliğine şüphe yok. Edebiyat ve tiyatro sevgisi Öztosun’a sempatiyi artırıyor.

Fakat şu mesaja bakınca insan düşünüp sormadan geçemiyor. Hukukun piyasalaşması sayılan arabuluculuk ile gerçekten ‘hak kuvvetten üstün mü?’

Kendisi de arabuluculuk yetkisine sahip Baro Başkanı Öztosun, eminim ki mesajını gayet inanarak yazıp paylaşıyor fakat sanırım ne yazık ki yazdıklarının anlamını içselleştiremiyor.

Öyle ya günümüz tipolojisinde konformist isyankârlık modası yayılıyor.

Yeni adli yılın vatandaşımızda adalet duygusunun inşasına hizmet etmesini dilerken geç kalmamasını da ümit ediyorum.

Saygıyla…