2025 yılının ilk çeyreği onlarca küresel problem, tehdit ve tehlike ile tamamlandı. Dünya ekonomisi, son on yılın en derin belirsizliklerinden birini yaşıyor.
Artık yalnızca ekonomik verilerle değil, aynı zamanda siyasi hamlelerle şekillenen çok katmanlı bir kriz ortamı var karşımızda. Koronavirüs pandemisinin bıraktığı kırılgan yapının henüz tamir edilemediği bir dönemde, jeopolitik gerilimler, korumacılık politikalarının yeniden yükselişi ve finansal piyasaların kırılganlığı, dünya ekonomisini başka bir türbülansa sürüklüyor.
ABD’nin yeniden başlattığı gümrük tarifeleri savaşı, bu krizin merkezinde yer alıyor. Trump yönetimi, yalnızca Çin’i değil, neredeyse tüm dış ticaret ortaklarını hedef alan yeni bir tarifelendirme rejimini uygulamaya koydu. 5 Nisan itibarıyla ABD, tüm ülkelere %10’luk genel bir gümrük vergisi getirirken, Çin ve Vietnam gibi ülkelere %34 oranında ek vergi uygulamaya başladı. Endonezya ve Tayland gibi ülkeler de benzer oranlarla karşı karşıya kaldı. Bu adımlar, 2. Dünya Savaşı sonrası dönemin en radikal ticaret politikaları arasında gösteriliyor. Bu vergilerin küresel ticaret hacmini düşürmesi, arz zincirinde maliyet şokları yaratması ve dünya genelinde enflasyonu körüklemesi bekleniyor. UBS’in yaptığı bir tahmine göre bu uygulamalar, küresel enflasyona %5 oranında ek yük getirebilir.
Çin’in yanıtı ise gecikmedi. Pekin yönetimi, ABD’den ithal edilen tüm ürünlere aynı oranda misilleme tarifeleri uygularken, nadir toprak elementleri ihracatına kısıtlama getirdi, bazı Amerikan şirketlerini “güvenilmez kuruluşlar” listesine aldı ve tarım ürünleri ile medikal ekipmanlar gibi bazı temel kalemlerin ithalatını askıya aldı. Bu da gösteriyor ki mesele yalnızca bir ticaret politikası tartışmasından ibaret değil; derinleşen bir ekonomik-soğuk savaş dönemi içindeyiz.
Avrupa Birliği de sessiz kalmadı. 7 Nisan’da ABD’ye yönelik önlemleri görüşmek üzere bir araya gelen AB Ekonomi Konseyi, Amerikan ürünlerine yönelik yeni bir tarifelendirme paketi üzerinde çalışıldığını açıkladı. Dolayısıyla dünya ticaret sistemi, çok taraflı bir korumacılıkla kuşatılmış durumda. Bu atmosferin 1930’lardaki Smoot-Hawley Tarife Yasası benzeri sonuçlar doğurabileceği yönünde uyarılar artıyor. Dünya ekonomisinin içine girmekte olduğu bu düşük büyüme-yüksek fiyat sarmalı, ekonomistlerin klasik ifadesiyle “stagflasyon” riskini tümüyle gerçek kılıyor.
Finansal piyasalarda yaşanan gelişmeler de bu tabloyu destekler nitelikte. S&P 500 endeksi yalnızca iki günde %10.53 değer kaybederek tarihinin en büyük 16. iki günlük düşüşünü yaşadı. Bu oran, 2008 Krizi’nde dahi nadir görülen türden. CNN’in Fear & Greed endeksi 5 puana kadar inerek yatırımcıların “aşırı korku” bölgesine geçtiğini gösterdi. Küresel risk iştahı neredeyse tamamen ortadan kalkmış durumda. Tahvil piyasasında ise faiz beklentileri baş döndürücü bir hızla düşüyor. Yatırımcılar, yıl sonuna kadar ABD Merkez Bankası’nın (FED) 500 baz puanlık bir faiz indirimi yapabileceğini fiyatlıyor. Bu tür oynaklıklar, piyasaların artık ekonomik temellerle değil, siyasi gelişmelerle yönlendirildiğini gösteriyor.
Ancak herkes bu kadar iyimser değil. Bazı analistler, FED’in faiz indirimi yapmasının ABD dolarında ani bir değer kaybı yaratabileceğini ve bu durumun küresel sermaye akışlarını daha da karmaşıklaştırabileceğini öne sürüyor. Kredi piyasalarında teminat olarak kullanılan hisse senetlerinin değer kaybetmesiyle birlikte, ABD’de büyük bir “margin call” dalgasının yaklaşmakta olduğu, bu durumun yeni bir kredi krizini tetikleyebileceği endişeleri konuşuluyor. Yani sadece ticaret değil, finansal sistemin kendisi de büyük bir baskı altında.
Gelelim Türkiye’ye.
Küresel ekonomideki bu gelişmelerin Türkiye üzerindeki etkilerini konuşmadan önce, içeride yaşanan tabloyu dikkatlice ele almak gerekiyor. Türkiye, 2025’in ilk çeyreğinde ekonomik açıdan kırılganlığın arttığı bir döneme girmiş bulunuyor. Özellikle dış finansmana erişim maliyetleri, rezerv kayıpları ve faiz politikası üzerindeki baskılar, ekonomik yönetimin elini giderek daraltıyor.
Diğer yandan Merkez Bankası rezervleri de dikkat çekici şekilde azaldı. Son iki haftada brüt rezervlerde 14,6 milyar dolar, net uluslararası rezervlerde 21 milyar dolar, swap hariç net rezervlerde ise 33,2 milyar dolarlık düşüş yaşandı. Bu düşüş, TL üzerinde baskının arttığını ve kur şoklarına karşı Merkez Bankası’nın hareket alanının daraldığını gösteriyor. Piyasalarda “kur kontrol edilemiyor” algısının yerleşmeye başlaması, sadece ekonomik değil, siyasi bir güven sorununu da tetikliyor.
Faiz cephesinde ise durum karışık. Piyasalar FED’den agresif faiz indirimleri beklerken, Türkiye’de faiz indirimi beklentisi tam tersi yönde bir algıyla karşılanıyor. Prof. Dr. Şenol Babuşcu’nun da belirttiği gibi, yüksek faiz sarmalı devam ettikçe konkordato başvurularının artması ve reel sektörün darboğaza girmesi kaçınılmaz. Ancak diğer yandan, rezervlerin eridiği, enflasyonun dizginlenemediği bir ortamda faiz indirimi yapmak da yeni bir kur krizine yol açabilir.
Kamu maliyesi tarafında da alarm zilleri çalıyor. Kamu harcamalarının üçte ikisinin faiz giderleri ve cari transferlerden oluştuğu, bu nedenle yatırım ve kalkınmaya yönelik harcamalara yeterince kaynak ayrılamadığı dile getiriliyor. Türkiye’nin kamu borcunun GSYH’ye oranı %21 ile düşük görünüyor; ancak bu düşük oran, artan risk primiyle birleşince sürdürülebilirlik açısından yeni sorular doğuruyor.
Tüm bu veriler ışığında, bu gelişmelerin Türkiye ekonomisine olası etkilerini tartışmak gerekiyor. Öncelikle artan küresel faiz indirimi beklentileri ve ticaret savaşları, Türkiye gibi kırılgan yapıya sahip ülkeler için hem fırsatlar hem de tehditler yaratıyor. Fırsatlar, üretim üssü olarak Türkiye’nin öne çıkabileceği senaryolardan doğuyor. Çin’e yönelik tarifeler, Avrupa’nın tedarik zincirlerinde Türkiye’yi tercih edebilir hale getirebilir. Ancak bu fırsatın değerlendirilmesi için hem hukuk sisteminin güven verici hale getirilmesi hem de kurumsal kapasitenin güçlendirilmesi gerekiyor.
Tehditler ise daha fazla. Artan CDS primi, rezerv kaybı, içeride yüksek faiz ve dışarıda azalan güven ortamı, Türkiye’yi potansiyel bir finansal türbülansa daha yaklaştırıyor. Risk iştahının azaldığı, yatırımcıların güvenli liman aradığı bu konjonktürde, Türkiye’nin uluslararası piyasalar nezdinde “istikrarlı ülke” olarak algılanması oldukça zor. Ek olarak, içeride yaşanan siyasi gerilimler ve adalet sistemine olan güvenin aşınması, bu ekonomik kırılganlığı daha da artırıyor.
Farklı görüşler de mevcut. Bazı ekonomistler, Türkiye’nin faizleri düşürerek üretimi canlandırması gerektiğini savunuyor. Ancak bu yaklaşım, rezervler bu kadar düşükken ve döviz ihtiyacı bu kadar fazlayken, ciddi bir kur atağını tetikleyebilir. Öte yandan, faizlerin bu seviyede kalması durumunda ise iç talep daha da düşecek, yatırımlar ertelenecek ve iflaslar artacaktır. Yani politika yapıcılar her iki durumda da ciddi bir maliyetle karşı karşıya kalacak.
Netice itibariyle, Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu bu ortam, ancak çok katmanlı, eş zamanlı ve güven inşa edici adımlarla yönetilebilir.
Yani yapısal reformlara ihtiyacımız var.
Merkez Bankası’nın para politikasını daha şeffaf ve iletişime açık bir biçimde yürütmesi, rezerv kaybına neden olan müdahale biçimlerinin terk edilmesi, maliye politikalarının üretken alanlara kaydırılması ve hukuk sistemine olan güvenin yeniden tesis edilmesi, bu krizin yönetilebilir hale gelmesi için zaruridir.
Bunlar için de kısa vadede öncelikli hedef, döviz rezervlerinin yeniden inşası olmalıdır. Bu, yalnızca swap işlemleriyle değil, doğrudan yabancı sermaye girişiyle sağlanmalıdır.
Bu da sadece faizle değil, öngörülebilirlik ve hukuk güvencesiyle mümkündür. Orta vadede kamu harcamaları içinde yatırımın payı artırılmalı, verimsiz cari transferlerde kademeli kesintiye gidilmelidir. Uzun vadede ise Türkiye, hukuk devleti ilkesini güçlendirerek, AB ile ilişkilerini yeniden rayına oturtmalı, teknoloji ve ihracat odaklı kalkınma stratejisine yönelmelidir.
Türkiye’nin önünde yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda tarihsel bir tercih süreci var. Çünkü küresel ekonomi en tehlikeli viraja girmiş bulunuyor. Bu süreçte verilecek her karar ve atılacak her adım tarihi olacak…