Türkiye her geçen gün OVP’nin 2024 yılı için belirlediği hedeflerin daha da imkansızlaştığı bir koridora doğru koşar adım ilerlerken, eldeki veriler de şimdiden 2025 yılı beklentilerini sorgulatmaya başladı.

Yıl sonu enflasyonun hedefe ulaşması için 6. aydan yılsonuna döviz kuru sepetinde %1’den fazla artış yaşanmamalıyken, temmuzda %1,4’lük, ağustosta %3’lük ve eylülde %1,7’lik artışlarla karşılaştık.

Kurun alttan böylesine desteklenmesi spekülasyoncuların da risksiz para kazanmalarına neden oldu ki bu da apayrı bir problem. 

Bu artışların en büyük kaynaklarından biri Merkez Bankası’nın kurun düşmesine müsaade etmeden alım yapması oldu. Şüphesiz burada iyi bir rezerv biriktirme hedefinin yanında dövizdeki düşüşlerden zarar gören ihracatçının korunması amaçlandı. Fakat işler artık öyle bir hale geldi ki bir yeri düzeltmeye çalışırken başka bir taraf bozuluyor.

Son altı aylık periyotta PMİ verilerindeki düşüşten (1 ayda 4 puan düşüş oldu. Pandemiden bu yana en dramatik düşüş gerçekleşti) imalat sanayisinin ve dolayısıyla ihracatın büyük yara aldığını zaten görüyorduk. Durum böyle olunca bu dönemde dövizin ucuzlamasına müsaade edilmemesi çok normal fakat bu durum belirtildiği üzere bu defa enflasyonla mücadelenin sakız gibi uzamasında büyük önem arz ediyor.

Diğer yandan hammadde fiyatları nedeniyle sanayici çok ciddi zorluklar yaşadığından ithalatımız önemli küçülmelere sahne oldu. Bu da şartlar değişmezse ihracatımızın sürekli halde azalacağı anlamına geliyor. 

Yani kur düşse ayrı dert, düşmese ayrı…

Anlayacağınız o ki,  2025’te OVP’de planlanın aksine küçülmeyle karşı karşıya kalma ihtimalimiz her geçen gün kuvvetleniyor.

Bu küçülmede dolar bazında çok rakiplerimize göre çok yüksek olan asgari ücretin de büyük payı olacak.

Türkiye’de hedeflenen %4’e varan büyümeler gerçekleştiğinde ayrı bir enflasyon oluşturacakken (ancak %2,5’luk bir büyüme enflasyon oluşturmuyor) şimdi de küçülmeyle karşı karşıya kalma ihtimali belirdi ki bu çok normal. Çünkü uygulanan politika ancak büyümeden ve istihdamdan feragatle işe yarayan bir özelliğe sahip.

Hasılı bu pencereden bakılınca aylardır uygulanmaya devam eden ekonomi yönetiminin programı ne yazık ki her geçen gün inandırıcılığını kaybediyor. 

Kabul etmek gerekir ki gerçekten zor bir dönemden geçiyoruz. 

Dünya genelinde gıda enflasyonunun ateşlendiği, Ortadoğu’da dengeleri bozan çatışmaların en acımasız şekilde devam ettiği, kritik bir ABD başkanlığı seçiminin yaklaştığı, Çin gibi devasa bir ekonominin gayrimenkul krizi nedeniyle yeterli büyümeyi yakalayamadığı, deflasyonla boğuştuğu ve ekonomiyi tüketimle ısıtmakla beraber borsasını ayakta tutmak (iki haftada borsada %30 yükseliş yaşatacak kadar büyük bir destek) için devasa paketler açıkladığı bir dönemdeyiz.

Tabi ki en büyük ticaret partnerimiz olan AB ekonomisinin amiral gemisi Almanya’nın, bir önceki yazımda detaylıca ifade ettiğim üzere Çin ile olan ticaret rutininin bozulması sebebiyle başının belada olduğu bir dönemde olmamız da bizleri Çin’deki ekonomik gelişmelere karşı çok hassas kılıyor…

Unutmamak gerekir ki Çin’in 5 trilyon dolarlık emlak piyasasında yaşanan kriz gayrimenkul fiyatlarını %40 aşağıya çekmiş durumda. Bu 2 trilyon dolarlık bir servetin yok olması demek. Bu rakamın Çin ve dünya ekonomisi için ne anlama geldiğini iyi tahlil etmek ve ona göre plan yapmak lazım. Her ne kadar bizler için çok büyük bir rakam olan 260 milyar dolarlık bir piyasayı canlandırma paketi açıklasalar da 2 trilyon dolarlık zararla karşılaştırınca henüz sadece kepçe-kaşık ilişkisinin yeni başladığını açıkça görmek lazım.

Dönelim Türkiye için beklentilere; ekonomide bunsan sonra bizi ne bekliyor?

Aslında ekimde yayınlanacak enflasyon rakamları tablo bundan sonrası için ciddi derecede netleştirecek. Yukarıda anlattıklarımı değiştirecek bir mucize olmazsa mevcut denklem her geçen gün daha zorlaşacak.

Bu yıl için hedeflerin tutmasını artık pek mümkün görmemekle beraber şaşırtıcı deredede uzak sonuçlar almayacağımızı tahmin ediyorum.

Diğer yandan gelecek yıl için enflasyonun %20’nin altında, bütçe açığının %3 civarında olacağına yönelik yapılan son açıklamaların ne yazık ki mümkün olmadığından eminim.

Süreci bu hedeflere taşıyacak toplam üç enstrüman var yöneticilerin elinde.

İlki para politikası ki, artık faizleri artırmanın mümkün olmadığı bir sürece girdik. FED faiz indirimleri Temmuz da konuşulmaya başlandığında gözler bizim merkez bankamıza dönünce ısrarla bunun yapılmaması, dayanacak yer kalmadıysa en az 2 ay farkla yapılması gerektiğini ifade etmiştim. 

Bana kalırsa kesinlikle indirim yapılmamalı. 

Halihazırda programa destek için kullanılamayan para politikası bu defa bize silah olarak dönecektir. Ancak ve ancak Çin’den çok daha büyük paketlerin geldiği ve bu arada da ABD’nin önden yüklemeli faiz indirimleri yaptığı bir dönemde faiz indirimleri başlamalıdır.

Gelelim yönetimin elindeki ikinci enstrümana: Maliye politikası.

Aylardır başta ücretliler, memurlar ve emekliler olmak üzere vatandaşın canını sıkan maliye politikalarının toplam hedefi 200 milyar TL’lik kaynak oluşturmaktı. Fakat enflasyondan en çok canı yanan bu insanların Şirketlere yapılan özel muameleyi her gün özellikle sosyal medyada görmesiyle homurdanmaya başlaması ve Syn. Şimşek’in bu alanda gerçekleştirmeye çalıştığı çalışmalara iş dünyasından büyük direnç gelmesi sonrası bu enstrümanda kullanılamaz hale geldi.

Her ne kadar Syn. Şimşek kayıtdışı ile mücadele konusunda kararlı olsa da buradan planladığı oranda gelir üretmesi için 1 trilyon TL’den fazla kayıtdışı işlem tespit edilmesi lazım ki o da imkansız.

Gelir tarafında bu sıkıntılar yaşanırken gider tarafına bakınca karne daha da  kötü hale geliyor. 7. ve 8.aylarda bütçesini bitiren kurumların taşındığı bir bütçeden yani kamu kurumlarından toplamda tasarruf mümkün olmadığı gibi taleplerini karşılamak için borçlanmalar devam ediyor.

Geriye kaldı tek bir enstrüman: Gelirler ve ücretler…

Ülkemizde 12 milyon asgari ücretli ve 16 milyon emekli var.

Açlık sınırının 19,830 TL olduğu düşünüldüğünde; eğer hala enflasyonun talepten kaynaklandığı iddia edilip,çözüm olarak şirket ve servet sahipleri bir yana bırakılıp hayatta kalmaya zorlanan vatandaşlara programın beklentileri dahilinde %17,5 ila %20 bandında enflasyon zammı yapılırsa. %17,5’ u geçen her rakam bu 28 milyonun fakirlemesine neden olacağı gibi bu maaşlardan tasarruf imkanı olmadığından üstüne bir de enflasyon oluşturarak programı sekteye uğratacak.

Hasılı OVP’nin ne 2024 ne de 2025 açısından artık başarılı olması mümkün değil. Üstelik son paragrafta ifade ettiğim zam oranlarını böylesine yapışkan hale gelmiş bir ortamda seçmenin de kabul etmesi mümkün değil.

Yani?

Ardı ardına sıralanan bazı olaylar silsilesi bizi 2025’te seçime götürebilir. Bu durumda da OVP daha öncekilerin başına geldiği gibi rafa kalkar. Seçim ekonomisi başlar. Seçim ekonomisi için aktörlerin değişmesi gerekir. 

Türkiye’de adı konmamış bir gelenekle hep bir içeriden borçlanan bir de dışarıdan borçlanan ekonomi yönetimleriyle karşılaşırız. 

Gelenek bozulmazsa (zaten ekonomi bu durumdayken seçim ekonomisi için dışarıdan borçlanma mümkün olmayacağından ya da çok maliyetli olacağından) içeriden borçlanan bir yönetim görebiliriz.

Dua edelim ki işler bu noktaya gelmesin. Çünkü faizleri düşmesiyle başkayacak bir seçim ekonomisi süreci 1,5 yıldır çektiğimiz sıkıntıların heba olmasının yanında 2021’de başlayan heterodoks girdabına geri dönmemiz anlamına gelir.

O zaman ne yapmalı?

Acilen ekonomiden sorumlu bakanlığın koordinasyonu ve tartışmasız yönetiminde her bakanlık tarafından ayrı ayrı fiyatlardaki yükselişi engelleme ve diğer ilgili bakanlıklara aynı göreve yönelik faaliyetlerini destekleme adına net planlarını içeren kampsamlı aksiyon planları hazırlanmalı ve enflasyonla mücadele programı 2025 için bu planların takvimlendirilmesi ile en baştan hazırlanmalı.

Her bakanlığın faaliyetleri için ve özellikle her güçlü ekonominin olmazsa olmazı yargı sistemi için hızla hukuki ve yapısal reformlar hayata geçirilmeli. 

En acil şekilde kamu kurumlarındaki yöneticiler için, parlementer dönemde olduğu gibi meslek içinden yetişecek şekilde tasarlanan kariyer planlarına uygun olarak gözden geçirilmeli ve çok hızlı şekilde liyakat merkezli olarak gerekli atamalar yapılmalı.

Son olarak da dünya çağında kriterler açısından akademik değerini kaybeden ya da akademik değeri hiç var olmayan üniversitelerin, hızla yeni bir yükseköğretim kanunu çerçevesinde sanayiye, ticarete, finansa, sanata, edebiyata hizmet ve danışmanlık eden bir hüviyete kavuşturulması için adımlar atılmalı…

Türkiye bunları yapmak için adım attığında dahi ekonomi açısından inanılmaz bir sıçrama yaşar.

Bunları yapmadan para, maliye, ücret politikalarıyla enflasyonla mücadeleyi başarmak ve yıllar içinde müreffeh bir ülke olma hedefine ulaşmak mümkün değil.

Nereden mi biliyorum?

Bugün enflasyonu maksimum %10’lara ulaşıp oradan geri dönen ülkeler, kişi başı milli geliri en yüksek olan ülkeler, dünyanın her yanından en zeki insanların yaşamak istediği ülkeler, dünyanın en değerli markalarının sahibi olan ülkeler, dünyanın işçi ve emeklilerinin en mutlu olduğu ülkeler işte bu saydıklarımı yapmayı başaran ülkeler….. Oradan biliyorum…

(Not: Dua edelim ki Çin parasal genişlemeye dünyanın başına bela olmadan devam edebilsin ve İsrail delirip İran’ın bırakın nükleer tesislerini vurmayı, petrol üretim merkezlerini dahi vurmayı aklından geçirmesin. Aksi halde haziran 2008’de 140 dolarlara varan petrol fiyatları uçuşa geçtiğinde Çin’in hiç şansı kalmaz ki bu da artık kıyamet senaryosunun yani 3.Dünya Savaşı’nın tetikleyicisi olur.)