Akademik, bilimsel, ekonomik ve teknolojik geri kalmışlık toplumları, yeryüzünün egemenleri karşısında sürekli ‘öteki’ durumuna itegelmiş ve itmeye devam etmektedir.
Kültür ve inanç bağlamında taşıdığı değerler yüce ve soylu olsa da toplumların bölgesel ve global etki sahası, gelişmişlikten güç alan siyasi otorite eksikliğinden kaynaklı olarak sınırlı kalmaktadır.
İktisadi ilerleme olmaksızın hiçbir medeniyetin, bırakın değer ihracını varlığını sürdürmesinin dahi mümkün olmadığını hatta hak savunusu bile yapamadığını görüyoruz.
Çağımızın mazlumları ve mağdurlarının kimler olduğuna baktığınızda ‘ilerleme’ fikrinin soyut alanından öteye geçmeyen toplumlar olduğunu teşhis ederiz.
Öyle ki inançları, kültürleri ve yaşam biçimleriyle ‘dünyanın zararsızları’ sayılabilecek toplumlar, her yönden ‘dünyanın zararlıları’ olanların tahakkümü altında ezilmektedir.
Esasında bu manzaranın bir başka nedeni de küresel çapta mesaj taşıyan fikir noksanlığıdır. Yani insanlığın tümüne vaatte bulunabilecek bir sistem eksikliğidir.
Kapitalizm, alternatifsizliğinden güç alarak sürekli yeni ötekiler yaratma ve her aşamada kendini yeniden üretme becerisi ortaya koymaktadır.
Ve şahit oluyoruz ki bugün, İslam ve Türklük fikri dışında kapitalizme karşı küresel ölçekte alternatif bir söylem üretebilen sistem yok.
İslam, ‘ümmet’ olarak insanı eşitlerken Türklük, ‘kızıl elma’ ülküsüyle adalette buluşmayı vaaz ediyor. Yani her iki sistem de tüm insanlığa bir mesaj verme niteliği taşıyor.
İslam ve Türklüğü aynı potada birleştiren ‘cihat’ fikrinin dünyaya adaleti ve eşitliği taşıma misyonu değil de nedir? Bugün her ikisinin de bir mesaj yitimi yaşadığını kabul etmek gerekmez mi?
Bu noktada kapitalizm karşısında hem İslam’ın hem de Türklük fikrinin yumuşak karnı özgün bir iktisat modelinin oluşamamasıdır. Ki bunun da nedenselliğinde kapitalizmin pratiklerine yaygın katılım ve kabulün sağlanmış olması yatmaktadır.
Bu sebepten ikinci soruda ‘mesaj yitimi’ durumuyla kast edilen mevzu bahis fikrin ve sistemin müdahillerince yaşanan ‘kendine’ yabancılaşmadır.
Peki, tüm insanlık adına bir fikir veya sistemden öte kapsayıcı, kuşatıcı ve bağlayıcı bir hukuk tesis edilemez mi?
Kant, 18’inci yüzyılda ‘Ebedi Barışa Doğru’ adlı makalesinde bu konuyu ele aldı. Kant, ‘devlet hukuku’ ve ‘devletlerarası hukuk’ dışında yeni bir boyut ortaya koydu: Dünya vatandaşlığı hukuku.
Kant, savaşları ortadan kaldırmak ve herkes için barışı tesis etmek adına fikrini sunduğunda Birinci ve İkinci Dünya savaşları yaşanmamıştı.
Yaşandı ve ne oldu? 10 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi/Bildirgesi/Beyannamesi’ni kabul etti. Ve o yıldan bu yana 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü olarak kutlanıyor.
Peki, bu bildiri Kant’çı anlamda tüm dünya insanlığı adına bir hukuka dönüştü mü? Maalesef!
Kant’ın ‘Völkerbund’undan (Milletler Cemiyeti) iki asır sonra kurulan BM, yapı ve işleyiş bakımından da Kant’ın çok uzağındadır. Küresel güç dengesi temsiliyle sınırlı ve ‘daimi üye statüsündeki devletlerin kongresi’ niteliğinden öteye geçmemektedir.
İnsanlık, BM’nin yapısını yeniden tartışmalıdır ki bu nedenle Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘Dünya 5’ten büyüktür’ ifadesi son derece önem arz etmektedir.
BM’yi harekete geçiren şey petrole bulanmış karabataklar mı olmalıdır? Yoksa kırıma uğrayan bebekler mi?
Görüyoruz ki BM’yi harekete geçiren dengeyi oluşturan güçlerin çıkarlarından başka bir şey değildir. Haliyle bu noktada Carl Schmitt’in ‘İnsanlık, canavarlıktır’ diye özetlediği “İnsaniyetten söz eden her kimse, aldatmak niyetindedir” sözünü yankılamak gerekir.
Dün 10 Aralık’ın taşıdığı anlama binaen MÜSİAD Bursa Şubesi’nde düzenlenen bir programa katıldım.
Bursa Gönüllü Kuruluşlar Platformu, mezkûr güne özel bir basın açıklaması yaptı.
Metni söz konusu platformun İcra Heyeti Başkanı Murat Eryağan, okudu.
Filistin, Arakan, Doğu Türkistan, Irak ve Suriye’de yaşanan hak ihlallerine değinilen metinde şu özetleme yapılıyor:
Dünyanın neredeyse 6 kıtasında irili ufaklı olmak üzere masum ve mazlumlara yönelik arızı ve sistematik şiddet her geçen gün artarak devam etmektedir.
Gelişen haberleşme vasıtaları ile canlı yayına dönüşen; şiddet, tecavüz, yağma, gasp haber ve görüntüleri insan hakları ihlallerini sıradanlaştırmaktadır.
Dünyada hakimiyet mücadelesinde bilek güreşine tutuşmuş görüntüsü veren, bir tarafta ABD’nin başı çektiği Batı Bloku, diğer tarafta Çin ve Rusya’nın başı çektiği adı konmamış Doğu Bloku, insan hakları ihlallerinde adeta yarış halindedirler. Her iki taraf da karşı tarafın zulümlerine sessiz kalarak kendi zulümlerine alan açmaktadır.
Hasılı, filler güreşmekte çimenler ezilmeye devam etmektedir.
Bir kısım ülke ve kuruluşlar ise soykırım ve zulüm karşısında derin ve karanlık bir sessizliği tercih etmektedir.
1948’de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni kabul eden BM, bugün haklının değil güçlünün aklandığı bir müesseseye dönüşmüş olmanın ötesinde soykırım ve işgallerin raporlanması ile görevlendirdiği elemanlarının can güvenliğini bile sağlamaktan aciz duruma düşmüştür.
Murat Eryağan tarafından söz dökülen metinde ‘can, din, namus, akıl, nesil emniyeti’ sıralamasıyla olmazsa olmaz haklar nitelendirmesi yapılarak tarihten şu hatırlatmaya yer verildi:
638 yılında Hz. Ömer (ra) tarafından Kudüs’ün fethinde Kudüs halkına verilen ‘Emanname’, Sultan Fatih’in İstanbul’un fethinde Galata’da yaşayan Cenevizlilere verdiği ve 1463 yılında Bosnalılara verdiği ‘Ahidname’ler ile muhataplarının doğuştan kazandıkları haklarını devlet güvencesi altına almışlardır.
Metin, dünyanın farklı noktalarında zulüm ve şiddetin nihayete ermesi dileğiyle son buldu.
Açıklama sonrası Sayın Eryağan’a sıcak gündemden bir soru yönelterek geldiklerinde ‘muhacır/ensar’ fikrinin bir yansıması olarak kol kanat gerdikleri Suriyeli sığınmacıların yeni süreçle birlikte geri dönüşleri durumunda nasıl bir rol üstleneceklerini sordum.
Sığınmacılar konusundaki kucaklayıcı yaklaşımlarının sadece Müslümanları değil tüm mazlumları kapsadığını vurgulayan Eryağan, gidene de kalana da ‘neden’ demeyeceklerini ifade etti.
Eryağan, ayrıca tablonun netleşmesiyle birlikte Suriye’ye gidebileceklerini de söyledi.
Toplantı sonrası düşünürken yukarda bahsettiğim ‘mesaj yitimi’ durumunun aksi temsili sayılabilecek örnekler olduğunu da kabul etmek gerektiğine kanaat getirdim. Ama mesajı yitirmeyenler için de sorunun mesajın etkisi olduğu ortada…
O nedenle Cumhurbaşkanı Erdoğan ve onun sözü ‘Dünya 5’ten büyüktür!’ yalnızca bir meydan okuma değil aynı zamanda mesaj ve benlik yitimi yaşayanlar için uyarma ve uyandırma sirenidir.
Eryağan’ın okuduğu metinden esinle bitirelim; mazlumlara destek olmak için canını, malını, kariyerini feda eden vicdan sahiplerine saygıyla…