Haziran ayında göreve gelen Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ile Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan ardı ardına yaptıkları açıklamalarla içeriye ve dışarıya Türkiye’nin ekonomi yönetiminde çok ciddi bir rota değişikliğinin gerçekleşeceği yeni bir dönemin başlangıcını ilan etmişlerdi.
Döviz kurlarındaki problemlerin yanında ciddi derecede sorunlu hale gelmiş enflasyon oranlarıyla aynı anda mücadele etmek, dünyanın hangi ülkesinden olursa olsun ekonomi yönetimi kurmayları için büyük bir sınav olduğundan yeni yönetimin göreve gelişi ve ilk hamleleri hem iç hem de dış basının ilgi odağı haline geldi.
Yeni yönetimin göreve gelişinin hemen ardından “rasyonele dönüş” başlığı altında yaptığı açıklamalar ciddi bir faiz artışı hususunda içeride ve dışarıda beklentiler oluşturdu.
Haziran ayında 650 puanlık artışla %15’e çekilen politika faizi Temmuz ayında da yine büyük bir artış beklentisi oluşturdu. Fakat netice öyle olmadı. Temmuz ayında sadece 250 baz puanlık bir artış geldi ve politika faizi %17,5’e yükseldi. Haliyle yıl sonu enflasyon beklentilerinin son derece gerisinde olan politika faizleri açısından yeni yönetimin planı tam olarak kafalara oturmadı.
Uzmanlar, yıl sonu enflasyon hedefleri baz alındığında zaman daralırken yeni yönetim ilkinden farklı olarak son derece yetersiz bir artış yaptığını ifade ediyor ve dünyada isim yapmış bir kadronun kesinlikle arka planda başka bir ajandalarının olduğunu düşünüyorlardı.
Öyleydi de…
Aslında yeni yönetimin master planını anlamamızı sağlayacak en önemli gelişmeler tam da o günlerde yaşanmaya başlamıştı. Tüm dünyada özellikle de uluslararası fonlar nezdinde saygınlığı olan yeni yönetimin hazırladığı yol haritası çerçevesinde tam da o etkisiz görünen faiz atışının gerçekleştiği zaman aralığında Türkiye Körfez ülkelerine yaptığı ziyaretlerle 50 milyar dolarlık yatırım anlaşmaları imzalamıştı.
Diğer yandan uluslararası fonlarla da çok sıkı görüşmeler devam ediyordu.
Şimdi burada hikayemize ilişkin olay akışına kısa bir ara verip yeni yönetimin master planını anlayabilmek adına ekonominin olmazsa olmaz denklemlerinden birini en basit şekliyle hatırlayalım.
Bir ülkenin ekonomi yönetimi elindeki tüm enstrümanları kullansa dahi aynı anda döviz kurlarını, enflasyonu ve işsizliği kendi istediği doğrultuda yönetemez ve konsolide edemez. Ekonomi yönetimleri bu üç başlıktan maksimum ikisinde elindeki enstrümanları kullanıp dilediği sonuçları alabilir.
Yani kurları ve enflasyonu yönetmeyi seçerseniz işsizlik artmaya başlar. Kurlar ve işsizlik oranlarını baskılamayı seçerseniz bu defa enflasyonun önü açılır. Bu nedenle elinizin güçlü olduğunu serbest bırakıp diğer ikisini yönetmeye çalışmak en makul tercihtir. Ekonomide bu açmaza “imkansız üçlü” ismi verilmiştir.
Hikayemize şimdi bu kısa hatırlatmanın açtığı pencereden bakarak devam edecek olursak, tüm dünyada yaşanan çeşitli olumsuzluklar neticesinde aynı anda hem döviz kuru problemleri hem de enflasyon artışından mustarip olan Türkiye için, muhalefetin, muhalif medyanın sözcülerinin ve onlarla aynı çizgide yer alanların “faizi artır, iş çözülür” önermesinin doğru olmadığını, yeterli döviz kaynağı olmadan böyle bir işe girişmenin ekonomiyi çok daha kötü bir yola hatta çıkmaz bir sokağa sürükleyeceğini anlamak çok daha kolay hale geliyor.
İşte bu nedenle yeni ekonomi yönetimi önce her ne kadar ülkedeki enflasyon oranına göre aşağıda kalsa da faizlerde ciddi bir artış yaparak küresel sıcak paranın kontrol mercilerine rasyonele dönüş başlığı ile anlamlı bir mesaj vermiş, ardından ülkenin döviz sıkıntısını ortadan kaldırmak adına hem sıcak para akışını sağlamak hem de doğrudan yatırımları ülkeye çekmek için körfez ülkelerine yatırım turuna çıkmıştı.
Körfez ülkelerinin yanında uluslararası fon kuruluşlarıyla yapılan anlaşmalar sonrası bu defa ekonomi yönetimi için özellikle sıcak paranın ülkemize hangi kanallarla sokulacağı hususu önem taşımaya başladı. Sıcak para için her zaman kullanılan üç kanal arasında, yani borsa, devlet iç borçlanma senetleri ve sendikasyon kredileri arasında yapılacak dağılım önemliydi. Yurtdışından gelecek dövizin TL’ye dönüştürülüp devlet iç borçlanma senetlerinde değerlendirilmesi politika faizleri sebebiyle son derece aşağıda olan getirilerinden ötürü mümkün değildi. Zaten bu alanda değerlendirilmesi kamu harcamalarını artıracağından enflasyonu körükleme olasılığı sebebiyle mantıklı değildi. Sendikasyon kredileri ise sıkılaşma gerektiren bir dönemde daha fazla kredi manasına geldiğinden düşünülmedi bile. Geriye sadece borsa kaldı.
Borsaya büyük bir giriş hem Türkiye’nin en büyük firmalarının en ucuz şekilde fonlanması hem de onlarla çalışan on binlerce firmanın istihdamının tehlikeye girmeden yollarına devam etmesi anlamına geldiğinden en makul plan olarak görüldü.
Bu program çerçevesinde hem ülkedeki dövize ulaşmada vatandaşın rağbeti sebebiyle firmalar açısından ortaya çıkan sıkıntısının sona ermesi hemvatandaşın dövize olan kendine faydasız/ekonomiye zararlı olan rağbetinin bitirilmesi hem de borsa üzerinden ekonominin fonlanması planlandı.
Döviz konusundaki problemin sıcak para girişi ile çözülmesi imkansız üçlüdeki bir unsurun denklemden çıkması anlamına geleceğinden kalan iki unsurdan sadece enflasyonun dizginlenmesi üçüncü unsur olan istihdamın stabil kalmasına yeterli olacağı düşünülmekte.
Master plan içinde saydığımız bu şartlar sağlandığında enflasyonu dizginlemek için yapılması gereken tek şey faiz enstrümanını kullanmak…
Temmuz ayındaki o küçük artış işte bu ortamın hazırlanması öncesi zaman kazanmak ve planı kusursuz işletmek için yapılan bir hamleydi. Planın artık bir programa dönüşmesi için son bir adım kalmıştı.
O da döviz olarak gelecek olan sıcak paranın TL’ye çevrilmesi sonrası dönem sonunda kazancıyla beraber yeniden aynı cins dövize çevrildiğinde kur farkı yüzünden zarar etmeyeceği bir ortamı sağlamak. Yani, uzun zamandır baskılanan döviz kurlarının adil değerlerine ulaşmasına izin vermek. Bu kısmı daha iyi anlamak için rakamlardan faydalanılım:
Örneğin sene başında dolar 25 TL iken borsaya 100 milyon dolar yatıran, yani 2,5 milyar TL yatırım yapan bir yabancı fonun toplam değeri sene sonu 3 milyar TL olmuş olsun. %20 kar gibi gözüküyor. Fakat döviz kuru o esnada 30 TL’ye çıktıysa bu fon hiçbir şey kazanamadığı gibi, yani ülkesine sene sonunda yine 100 milyon dolarla döndüğü gibi, kendi ülkesindeki %8’lik enflasyon yüzünden parasının değeri de %8 azalmış olacak.
Dolar kuru 35 TL’ye çıksaydı o zaman hem bizim borsamızdan hem de kendi ülkesindeki enflasyondan dolayı ciddi zarar etmiş olacaktı. Kimse böyle bir maceraya girmek istemez. Ülkesindeki faiz kaynaklarından yararlanmaya ya da daha elverişli ülkelerden faiz geliri elde etmeye çalışır.
Yeni ekonomi yönetimi gelene kadar 18-19 TL bandındaki dolar kurunun önünün açılması ve 27 TL’ye kadar yavaş yavaş yükseltilmesi de işte bu sebeptendi. Fakat asıl hamlelerin önemli bir kısmı şimdilik sırasını beklemeye devam ediyor. Dövizi kontrol altında tutma hususunda ekonomi yönetiminin elindeki en güçlü enstrüman olan KKM’ler için yenilemelerin devamına rağmen yeni hesapların açılmasının yasaklanması bu hamlelerden biriydi.
24 Ağustos’ta gerçekleştirilen 750 baz puanla artık sıcak paranın girişi için karşılıklı atılan adımlardan biri daha gerçekleşmiş oldu. Faizlerin enflasyondan çok düşük olduğu bir ortamda kurları dengede tutmak mümkün olmadığından sıcak parayı davet için bir reel adım sayılacak olan bu artışı her ne kadar ilk başta borsa ve kurlar gerilemeyle karşılamış olsa da kurların artışını anlaşma gereği borsaya giren yabancı yatırımcı sayesinde endeksin yükselişi takip edecek. Netice itibariyle de en büyük giriş dövizin adil değerini aştığı bir fiyatta gerçekleşecek. Çünkü bu fiyattan sonra girişi sağlanacak yüklü döviz bir daha döviz fiyatlarında gerileme sağlayacak ve böylece yabancı yatırımcıya borsada önemli bir avantaj sağlanmış olacak.
Bu denklem sağlandığındaysa faiz artışlarının devamı sayesinde tasarruflar vadeli mevduatlara ve borsaya yönlenelecek, kredi genişlemesi yavaşlayacak, tüketim azalacak ve en nihayetinde de enflasyonda ciddi bir gerileme trendi başlayacak.
Yakalanan bu istikrar ise marjinal fayda eğrisi aşıldığında bu defa sıcak paradan yani dolaylı yatırımlardan doğrudan yatırımlara dönüşümü sağlayacağı gibi adil değerini yakalayan dövizin ihracatçı için oluşturacağı avantajın yanında ithalatta döviz sıkıntısının ortadan kalması sebebiyle de tekrar aynı enflasyon sarmalının tetiklenmesinin önünü alacak.
Dünya tarihinin ekonomik gelişmeler açısından en zorlu zaman koridorlarından birinden geçtiğimiz şu günlerde ülkemiz iki yıldır gerçekten çok büyük bir sınav vermekte. Tüm bunlara rağmen Türkiye Yüzyılı olarak nitelediğimiz büyük bir doğum öncesi çekilen bu sancıları millet olarak hep birlikte omuz omuza atlatmamız gerekiyor. Deniz ne kadar dalgalı olsa da kaptan köşkünde dünya çapında başarıları takdir edilen bir ekip var. En ince ayrıntısına kadar da rotalarını belirlermiş durumdalar.
Siz ne dersiniz? Gerçekten iyi bir plan, değil mi?