Gözlem, bizde meslek hastalığı! Merinos’a gitmek için metroya binmek üzere yürüyordum.
Şehrin yatık raksından ben de incindiğimi hissediyordum tıpkı İsmet Özel gibi…
Ama ben tütmesi gereken ocaktan çok görmesi gereken göz arıyor gibiydim.
Sonra bir Ferdi Tayfur sözü yankılandı zihnimde: A’maya bak denilir mi?
‘Bak da gör!’ demek ne anlamsızmış!
Görmeyenleri görmek de gördüğünü anlatmak da ağır bir yük.
Eskiden sokakta yürürken kılık ve kıyafetlerine bakardım insanların artık yüzlerine bakıyorum…
Soğuk hava bile açmamış ‘uykularını’ kimi esniyor çoğu ofluyor.
En ilginci de peş peşe gördüğüm kendi kendine konuşanlar idi.
Ellerinde telefon yok. Kulakları boş. Ama konuşuyorlar. Üstelik yanlarında kimse de yok…
İlkini gördüğümde ‘herhalde tesadüf’ dedim kendi kendime.
Şöyle diyordu: Daha ne kadar, daha ne kadar!..
10-15 adım sonra…
İkincisine hayret ettim.
Şunu söylüyordu: Of! Buraya kadar geldim işte, ne oldu?
Omuz mesafesinde geçerken ifadeler net duyuluyordu.
15-20 adım attım atmadım.
Üçüncüsünde ‘bu kadar da olmaz!’ deyi verdim.
Şu sözleri duyabildim: Bir yerde bitmesi gerek, bir yerde bitmesi gerek…
5 adım sonra bir başkası daha…
Dördüncüsünde ‘kamera şakası sanırım’ diye bakındım.
Sanki herkes duysun diye konuşuyordu: Şimdi gitsem, olmaz diyecek. Sonra ağlayacak…
Adımlarımı hızlandırdım.
Baktım ben de kendi kendime konuşuyorum.
‘Ne konuşuyor bu insanlar?’ diye düşündüğüm ne varsa söze döküldüğünü fark ettim.
Kendi kendine konuşmak da bir salgın olsa gerek.
Metro istasyonuna geldim, elinde neyle dolu olduğu belli olmayan bez torba bulunan bir ihtiyar kendi kendine konuşuyordu sanki bir ömür susmuşçasına geveze…
Anlaşılmaz bir uğultu çıkıyor ağzından ama mimikleri memnuniyetsizliğini dışa vuruyordu.
Hali sitemkâr, tatminsiz ve huzursuzdu…
Metro geldi. Bindim. Kalabalık. Ikına sıkıla kimseye temas etmemek için arkaya doğru ilerledim ve sırtımı vagon koridorunun sonundaki duvara yasladım. Camdan baktığımda ihtiyar hala oturuyordu…
Önümde kimi ayakta kimi oturan insanları seyre daldım. ‘Ne yapıyorlar?’
Yüzler hava kadar soğuktu. Gözlerin feri çekilmiş. Telefon tespih olmuş.
Uyuyan hatta horlayan da vardı. Aksıran, tıksıran, öksüren de…
Onun için her yer ayna tipler de…
Vagonda ihtiyarların ayakta durmaktan duyduğu rahatsızlığı gösterirken yansıttığı ‘haklılığına inanmışlık’ temsili eşsiz bir roman olabilir.
Gençlerin umursamazlığı da en az o kadar…
Metro akarken yolun kenarına çekilmiş setler gibi duran binalara baktım. Sonra yıllar önce sorduğum bir soru yine aklıma geldi: 10 milyonluk daireyi ‘metroya yakın’ diye pazarlamak nedir?
Sistem o kadar çarpık ki toplu ulaşıma en uzak oturanlar en fakirler… Metro hattında havuzlu sisteler yükseliyorken ‘daha ne kadar…’
Metro ineceğim durağa geldi. Metrodan inmek de binmek kadar bir iş.
Zamanlaması var. Öyle durağa gelsin, dursun da kapıya yöneleyim dersen kendini bir sonraki durakta bulursun.
İstasyondan çıktım. Katılacağım buluşmanın yapılacağı yere doğru yürümeye başladım.
Vardığımda herkes yerini almış konuşuyordu. Kısa bir selamlamadan sonra rutin bunaltıcılığa kapıldığım bir ara kendi kendimi ‘geldim işte, ne oldu?’ derken buldum.
Konuşmalar öyle gereksiz uzadı ki ‘bir yerde bitmesi gerek’ demeden edemedim.
‘Şimdi gitsem, olmaz’ diye düşünürken sıra bana geldi.
Dakikalarca dinlediğim gevezelikten hiçbir şey anlamamışken ‘haklılığına öylesine inanmışçasına’ konuşuyordum ki sanırsın az önce kaçmak isteyen başkasıydı…
Kendini gösterme sırası geldiğinde başkalarında tahammül edemediği gevezeliğin daha fenasını yapabilme becerisi şaşırtıcı bir patlama yaşatabilir.
Kimsenin kimseyle konuşamadığı, konuşsa da anlaşamadığı zamanlarda ‘kendi kendine konuşanlar’ kitlesinin artmasına şaşırmamalı…
İşte bu zamanlarda Sokrates’ten uzaklaşıyor, ‘bilen konuşsun’ diyen Platon’a yaklaşıyorum.
Zihninde başkalarına da yer açabilenlere saygıyla…