Bursa Büyükşehir Belediyesi, Türk Edebiyatı için önemli bir eseri gün yüzüne çıkardı.

Dede Korkut’un bilinen Dresden, Vatikan, TTK/Ankara ve Günbed nüshalarına bir yenisi Bursa Nüshası olarak ekledi…

Bursa nüshası, bilinen 13 hikâyeye ilave olacak yeni bir hikâye içermiyor. Bursa’da bulunması dolayısıyla adına ‘Bursa nüshası’ deniliyor…

Bursa yazması, kâğıt özellikleri dolayısıyla 1610-1640 tarihlerine dayandırılıyor.

Bursa nüshasını farklı kılan ise arap alfabesi ile ‘harekeli’ olarak kaleme alınması ki bunun, diğer yazmalarda okunuş ve anlam farklılıkları bulunan kelimelerin yerine oturmasını sağlayacağı düşünülüyor.

Kitabın girişine derleme makalesi yazan ve tıpkıbasımda danışmanlık yapan Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya, bunu şöyle açıklıyor: “Yaptığımız karşılaştırmalarla bulunan nüshanın Dresden yazmasının harekeli ve daha eski nüshası olduğu anlaşıldı. Dolayısıyla Dresden’de eksik okunan, yanlış okunan birçok kelimeyi biz bu yazma vasıtasıyla daha güzel, daha aydınlık okuyacağız.”

Tıpkıbasım olarak neşredilen kitap, geçen Cuma günü bir toplantıyla kamuoyuna duyuruldu.

Bu haliyle eser, daha çok akademi dünyasına hitap ediyor. Aslında bu yeni nüsha, çoktan akademik araştırmalara ve tezlere konu olmaya başladı bile…

Büyükşehir Belediyesi, yazmayı dijitale de açtığı ve belediyenin internet sitesinde yayınlar bölümünden indirilebiliyor.

Cuma günü Muradiye Kur’an ve El Yazmaları Müzesi’ndeki programa katılanlar hem basılı halini edindi hem de sergilenen yazmayı görebildi.

***

Cam muhafaza içinde sergilenen el yazmasına bakınca içime bir bungunluk çöktü. Günümüz Türkçesi ile bağlılıkla okuduğum eserin, 17’nci yüzyılda yazılmış haline yabancı kaldım.

Kendi dilinde yazılmış bir kitabı okuyamamak, utancın konusudur. Evet, hikâyeleri biliyoruz. Evet, sesler belli. Evet, Arap alfabesine aşinayız. Yavaş da olsa okuyabiliriz. Ama konu bu değil! Ayrıca amacım harf inkılabını tartışmak hiç değil! Çünkü bugün sağlıklı ve müşterek bir neticeye varmak imkânsız.

Öyleyse bu durumda neyi konuşmalıyız: Tabi ki toplumsal yetkinliklerimizi…

‘O gün Müze’nin avlusunu dolduran kalabalıklar içinde cam fanus içindeki kâğıda bakıp okuyabilen kaç kişi vardır?’ diye düşünürken bir yönüyle kendime de ayna tutuyorum.

İçinde bulunduğumuz ‘ileri’, ‘gelişmiş’, ‘bilgi’, ‘teknoloji’ çağında bizler, gerekli donanıma sahip miyiz?

Anlama çabamızı kuvvetli kılacak kaslarımız var mı? Ya da bizi, bize yabancı kılan günün dayattığı bu yapay kaslar mı?

Tüm varoluşu, sanal bir temsilden ibaret ancak hayatın gerçekliğinde vasattan öteye geçemeyen yığın ve bu yığının benzeşme salgını; bizim gibi toplumlarda ‘yabancılaşmaya’ yeni tanımlar türettiriyor.

Esasen olamadığını sanalda resmetmeye çalışan bir güruh. Ve onların kıyasıya varlık yarışı… Ki bu, bir sinema filminde sonraki sahneyi bilmenin doğurduğu ucuz tatmininden farksız bir arayış…

Düşünün ki 17’nci yüzyılda kaleme alınmış bir kitap var. İçinde anlatılanlar, yazıldığı tarihten yüzlerce yıl önceye ait. Ve kültürümüzün şifahi karakterinin temelleri… Ama biz, 21’inci yüzyılda yabancıyız…

Zamanının bütün şartlarıyla birlikte kültür üzerindeki tahribatına bu yönüyle de bakmamız gerek…

Saygılarımla…