Türk Dil Kurumu (TDK), ‘Potansiyel’ kelimesini şöyle tanımlıyor:
-Gizli kalmış, henüz varlığı ortaya çıkmamış olan.
-Gelecekte oluşması, gelişmesi mümkün olan.
Türkiye’nin her alanda mevcut kapasite ve yetkinliğinin kat be kat üstünde potansiyeli var.
Bunu A Milli Futbol Takımı’mızda bir kez daha potansiyelini kullanamamasıyla gördük.
Avrupa Futbol Şampiyonası’na katılmak mevcut yeteneğinin doğal bir sonucu.
Şampiyonada gruplardan çıkması da öyle.
Avusturya maçını da bu bağlamdan ayrı düşünemeyiz.
Hollanda maç sonuna gelene kadar ki süreç, Milli Takım adına kapasitenin yüzde 75’lerinin kullanımı ile elde edilen sonuçlar diyebiliriz.
Çünkü oynadığı 5 maçta da Milli Takım, aynı taktik ve dizilimle sahaya çıktı.
Rakibe göre değişen ve takımın yeteneğini dizayn eden bir akıl göremedik. Yani Portekiz’e yenildiğimiz ve Avusturya’yı yendiğimiz maç arasında rakibin gücüne göre şekil alan bir takım iskeleti yoktu. 
Normalde Hollanda maçı da yüzde 100 kapasite ile oynadığımızda aşmamız gereken bir engeldi. Fakat orada da kapasitenin yeterli düzeye çıkmasını engelleyen birtakım frenler vardı. Ve biz, ne yazık ki Milli Takım’ın potansiyeli ile elde edilebilecek bir sonucu deneyimleyemedik.
Yani, en kötü yarı final, en iyi final, sürpriz ise şampiyonluk, Türkiye’nin potansiyel gücü ile elde edebileceği sonuçlardı. Maalesef bunlardan mahrum kaldık.
Çeyrek finalde Hollanda’ya kapasitemize yakışmayan bir şekilde elendik.
Peki, fren veya hata neredeydi?
Bu soruya cevap bulmak için strateji ve taktiği birbirinden ayırt etmek gerekir. Taktik hatalar, tolere edilebilir. Ama stratejik hatalar, eninde sonunda gereken yüzleşmeyi yaptırır.
Milli Takım açısından da hata, stratejideydi.
Turnuvanın başından beri aynı oyunu oynayan ve çoğu zaman zevk vermeyen futbol, buraya kadar gelebilirdi. Bu sonuçtan bir başarı devşirmek mantıklı değil. Çünkü Türkiye’nin sahip olduğu güç ile elde etmesi olağan bir neticeydi.
Şimdi bu noktada biz, hem kapasitemizin taşıdığı potansiyel enerjiyi göremedik hem de kapasitemizin doğal sonucunu elde edemedik.
Bu satırları futbolu çok önemsediğim veya yazmayı sevdiğim için değil esasen bunu, kapasitemiz ve taşıdığımız potansiyel ile elde edeceğimiz sonuçları birbirinden ayırmak üzere düşünmek için örnek olarak ele alıyorum.
Türk toplumu, kapasitesini kullanarak elde edeceği sonuçlar ile taşıdığı potansiyeli kullandığında elde edeceği sonuçların neler olabileceğini kestiremiyor, birbirinden ayıramıyor.
Aynı şekilde olay ve olgulara, taşıdığı anlamın üstünde yersiz bir anlam yükleme ve duyguyu aklın önüne koyma eğilimi gösteriyor.
Dolayısıyla her türlü sonuca duyguyla karşılık veriyor. Kapasitesini tamamıyla kullanmadığı ve potansiyeline yaklaşmadığı neticelerden başarı devşiriyor.
‘Olağan’ kavramı ve yaklaşımını kaybetmenin bir başka yansıması da budur.
Türkiye adına her anlamda yaşanan üzüntünün temelinde bu da bulunmaktadır: Kapasitesini hakkıyla kullanamayan, potansiyel gücünü ortaya çıkaramayan…
Özellikle 2000’lere gelene kadar kompleksli ve özgüven eksikliği hissedilen ‘beceri’, ‘yetkinlik’, ‘başarma’ hissi ve inancı sınırlı bir toplum…
Önyargıları katı, tabuları keskin, etrafına soyut duvarlar örülerek sıkışmış kitle…
Sosyal olarak birçok bağlamda heterojen, ama düşünme ve yaklaşım düzeyi olarak neredeyse homojen. Kimlik ve kültür farkı olmaksızın her katmanda kendine yabancı…
Son 22 yılda Türkiye adına en önemli değişim, toplumsal kapasite farkındalığının artışı, potansiyel bilincinin yükselişi ve özgüven inşasıdır.
Endüstriyel anlamda otomobil yapabilecek kapasitesi çok öncelerden beri bulunan Türkiye, düşünün ki bu tıkanmalar nedeniyle ancak 100’üncü yılında kendi aracını üretebildi…
Ki bu aşamada bile halen aynı aşağılık kompleksinin duvarlarıyla karşılaştı… (Örn: İtalya’da üretildi…)
İç ve dış siyasette de Türkiye’nin önündeki tıkanma noktaları aynıdır. Uzun yıllar boyunca enjekte edilmiş birtakım korkular toplumu sindirmekte kapasitesi ile yüzleşmesini ve potansiyelini ortaya çıkarmasını engellemektedir.
Oysa bizim bildiğimiz Türk, güçlüdür, cesurdur, çeviktir, çalışkan ve zekidir!
Ne acı ki 1960’lara gelene kadar Avrupa toplumu, özellikle de Almanlar da Türk’ü böyle tanımlıyor (Her Şey Türk İşi/Margret Spohn). Ama kimin imzaladığı belli olmayan bir anlaşma sonrası o korkusuz ve güçlü Türk, Berlin sokaklarını süpürüyor, Helmut’un emrinde çalışıyor…
Ve gün geliyor, yarım asırdan daha uzun süredir ekonomisi için çalıştığımız Avrupa ülkeleri, bizi kimliğimizin sembolü ‘Bozkurt’ ile yargılıyor. 
İşte görüyoruz kimlik köklerine ve kültür kodlarına yabancılaşan toplumlar, kendini anlatma ve savunma hakkında da mahrum kalıyor. 
Haliyle kapasitesini kullanamadığı gibi potansiyel gücünü de ortaya çıkaramıyor.
Potansiyelini ortaya çıkaranlar ve çıkarmak için gayret içinde olanlara saygıyla…